Monika Helfer’in 2024 yılının ocak ayında Düşbaz Kitaplar aracılığıyla okura sunulan Baba romanının arka kapağında Christel Wester’in Deutschlandrundfunk’ta yayınlanan görüşlerinden şu bölüm var, “Kitapta çizilen aile portresi savaş sonrası erken dönem toplumuna ayna tutuyor. Hikâye, manik düzeyde kitap bağımlısı olan bir babanın etrafında gelişen olayları resmediyor,” diyor. Bu söylenenleri biraz daha uzatmak kaydıyla Helfer’in tüm yapıtına dair bir yorum olarak da alabiliriz.
Buraya geri döneriz ama şimdi biraz açılalım.
Avusturya’da bugün Viyana’da yahut küçük taşra şehirlerinin herhangi birinde bir kitapçıya uğradığınızda Monika Helfer ismi ilk dikkatinizi çekenlerden biri olur. Çok satanlar rafında birkaç kitabı birden vardır. Eserlerin künyesini okuduğunuzda bu kitapların genelde 2020, 2021, 2022, 2023, 2024 çıkışlı olduğunu görürsünüz. Eskilerinden çok satanlar yok mudur? Vardır elbet. Ama yazar geniş okur kitlelerinin dikkatini yeni yapıtlarıyla celp etmiştir.
Helfer’in Türkçe’de satışta olan iki kitabı var. Yük 2020’de Almanya’da yayınlanmış. 2021 yılında Levent Tayla tarafından Türkçe’ye çevrilmiş, piyasaya sunulmuş. 2021 yılında Baba yayımlanmış, Arzu Akay tarafından Türkçe’ye çevrilen bu yapıt 2024’te basılabilmiş. Muhtemelen bu aksama biraz da bizim memlekette yeni yazarın keşfedilmesi biraz zaman aldığı için böyle oldu. Yük’ün bu isimle Türkçe’ye çevrilmesinde bir sorun yok, öyküyü gayet güzel yansıtıyor. Romanın içeriği ismini açıklar nitelikte. Ama Bagaj olarak kalsaydı farklı mı olurdu diye de düşünmeden edemiyor insan. Bir eksiği, kusuru olana Tahsin Yücel’in deyimiyle kenterler “onun bagajı var,” derler. Köylüler bu bahiste daha acımasızdır. Onlar “onun kamburu var,” derler. Helfer’in öyküsü bu yükü yeterince güzel işliyor. Tabii ki de spoiler vermeye gerek yok. Şu karşılaştırma yapılabilir belki, Rumen yazar Virgil Gherghui 25. Saat isimli romanında İkinci Dünya savaşını anlatır. Bir adamımız vardır, o karısı ve çocuklarıyla küçücük bir köyde yaşar. Kadın Yük’teki büyükanne Maria gibi güzelliğiyle dillerdedir. Kasabada işini bilen bir çavuş vardır, bir yolunu bulur, evin erkeğini savaşa yollar kadını elde etmek için. Henry Verneuil bu öyküyü filme de almıştır. Hatta en güzel eserlerinden biri olmuştur başrolünde Anthony Quin’in oynadığı bu film. Yük’te de Türkçe’ye Şafakta Gitmiş Olacağım ismiyle çevrilmiş olan 25. Saat’te olduğu gibi, güzelliği başa bela bir anne, savaşa giden bir baba etrafında döner hikâye. Yazar Helfer ile sinemacı Verneüil arasındaki benzerlik bu uyarlamadan ibaret ama tabii. Helfer, ailesine, köklerine dönerek yazarlığını kamu aleme duyurdu. Tekirdağlı olan Henry Verneuil nam Arşag Malakyan kendinden öyküsünden uzaklaştıkça, başkalarına baktıkça iyi filmler yapıyordu malum. Roman okuruna sinemayı ihmal etme demek boynumuzun borcudur diyelim, uzatmayalım susalım.
Biraz daha açılalım.
Helfer 1970’lerde yazdıklarını yayımlamaya başlıyor. Ama 1980, 1990, 2000’e kadar yazarlık serüvenine üç beş yılda bir kitap vererek devam ediyor. 2020’de yazarımıza ne oluyorsa oluyor deyim yerindeyse kabına sığmıyor taşıyor, ondan hiç beklenmeyecek biçimde yılda bir, birkaç kitapla birden karşılaşıyoruz.
Bu karşılaşma soyut değil, salt kitapçı raflarında değil yazarımızın kitapları. Üniversite kampüslerinde, parklarda, cafelerde gençlerin elinde Die Bagage’yi (Yük) Der Vati’yi (Baba) görüyoruz. Daha Türkçe’ye çevrilmemiş pek çok yapıtı dolaşıma giriyor. Dileyenin Aslan Yürekli diye çevireceği, Konuşurken Yüzüme Bak ve diğer yapıtları geliyor ve yine bestseller olan Wie die Welt weiterging gibi daha hacimli romanlar okur kalabalığıyla buluşuyor. Yazılar, söyleşiler, eleştiriler, çekiştiriler alıp başını gidiyor.
Peki ama özelde Helfer genelde Avusturyalı yazarlar, neyi nasıl yazıyorlar da bu kadar ilgi çekiyor, bunca dile çevriliyor, bu yapıtlar uzak yakın bunca memlekette sahneleniyorlar, sık sık Nobel ile ödüllendirildiklerini duyuyoruz. Buna da dalgalanıp duran bu yazının sınırları içinde kısaca değinmek gerekebilir.
Vaktiyle bizim Yaşar Kemal’i darlamışlar, “hep Çukurova’yı yazıyorsun,” demişler. O da n’apsın, “Tolstoy nereyi yazıyor, o da Çukurova’yı yazıyor, Cervantes de Çukurova’yı yazıyor,” demiş. Yetişme yıllarımızda eski dergileri, yıllıkları karıştırırken Nedim Gürsel ve diğer yazarların bu sözler vesilesiyle Kemal’i eleştirdiğini görür, şaşırırdık. Ne var bunda ama yani, toprağına ustalarını çağırmış, derdik.
Anımsamalar bir yana, eğer Avusturyalı yazarlar üzerine Türkçe bir deneme yazıyorsak, şunu teslim edelim Avusturyalıların genel eğilimidir kendi Çukurovalarını, kendi köylerinin kamburunu, Köyün Kamburu’nu yazmak, en popülerinden en marjinaline kimi lanetler, kimi sever sayar ama hepsi Çukurova yahut Yediçınar Yaylası üzerine eğilir durur. Bizim iki, hatta üç Kemal bu anlamda, dünya edebiyatında da yaygın olan bir anlayışı yakalamış, o toprağı adımlamak yahut sürmek üzere yurtsamışlardır.
Bugün hayatta olanlardan, Peter Handke ve Erick Hackl’ın memleketi Steiermarkt’tır.Hackl oradan, antifaşist direnişten yola çıkar politik edebiyat yapar, Handke Nobel ödülü dolayısıyla yeterince biliniyor zaten. Elfriede Jelinek yine aynı memleket kökenlidir, sosyalizmden feminizme, oradan savaşkan bir nihilizme geniş bir düşünce yelpazesinin içinden çıkar gelir, o da kendi ovasından yahut dağlarından yola çıkar. Margrit Schreiner’de de benzer yazı deneyimini görürüz. Ben dürüstçesi onun romanlarını şimdilik pek tutmam ama gazete dergi okumama sebep de Schreiner’in denemeleridir. Şimdilik diyorum, çünkü bir zaman geliyor, bana hitap etmiyor dediğin yazar senin yazarın olabiliyor. Hayatta hiçbir şey dudak bükmeye gelmiyor iyi mi?
Demek istediğim bugün bu ustalarda hep bir ovadan, bir dağdan gelme, dünya edebiyatını oralara götürme sevdası vardır. Helfer Vorarlberglidir. Gençlik yıllarından beri fiziken kopamadığı memleketinden entelektüel verimliliğiyle de kopmaz. Hep orayı, o dağları yazar. İncelemeleri, tiyatro oyunları, tv filmleri için yazdığı senaryolar, döner dolaşır, İsviçre’nin yanı başındaki dağlık memleketine ulaşır.
Helfer’in bereketli 2020 yılı genç yazarlar için şu açıdan da önemli, kadınların yaşı bahse konu edilmez normalde, ayıptır bu hemşireler acımaz iğne vururlar vallahi insana, ama kabalığımız bağışlansın, lakin yazarımız 70 yaşını geçmişti. Ne beklersiniz, yazacağını yazmıştır, emekliliğin tadını çıkarıyordur, diye düşünürsünüz değil mi? Eh yaşadığı yerleri de göz önünde bulundurunca bunu böyle söylemek normal, İsviçre’yi aratmayan dağlarla, göllerle, kayak merkezleriyle çevrili Bregenzwald’dir kendisi gibi yazar eşiyle yaşadığı yer. Az ötesi İsviçre’dir, ufkun bir parçası İtalya’dır. Avusturya’nın bir imparatorluk geçmişi vardır. Her an kulağınıza bir şey çalınır bu dağlara ve ötesine dair. Biri kalkar Venedik bir zamanlar bizim toprağımızdı, der. Bir diğeri Alfred de Mousset ile Georg Sand’ın mektuplaşmalarını, aşklarını, Avusturya topraklarına ayak basışlarını anımsar. Kış günü Paris’ten yola çıkar aşıklarımız, Venedik’e varırlar. Avusturyalı gümrükçüler “Pasaport kontrol” der. Sağın geçmişe aşkı da geleceğe dair büyüklük saplantısı da burada yeniden vücut bulmuştur madem, faşist sağın oy deposuna dönüşmüştür bu muhafazakar dağ başı şehirleri. Entelektüeli bekleyen şey ne olsa gerek, yoğun bir tiksinti, çaresizlik, bu ülke adam olmaz duygusu, bununla birlikte bir kuruma da gelmelidir değil mi? Vazgeçersiniz. Hep aynı çukur, hep aynı düşüş. Tarihin böylesi zor, geçiş öncesi dönemleri insanların çoğunluğunda yenilginin mutlak bir kader olduğu duygusuna da yol açar zaten. Bizler açısından nasıl da tanıdık bir panorama ama? Yeni Osmanlıcılar, yaktı yıktılar, derelerini kuruttular memleketin. Birileri hâlâ nasılsa yeniden emperyalist olacağız diye kına yakıyor.
İmparatorluk sonrası küçülmüş Avusturya’ya dair bu nihilizmi edebiyatta, felsefede, hatta psikanalizde sıkça gözlemleriz. Ya kaçılan ya da ölümüne dövüşülen bir memlekettir burası. Thomas Bernhard acımasızdır. Kılıcını olabildiğine keskinleştirir, Avusturya’nın karnına karnına saplar. Yaşayanlardan Jelinek acımasızdır, bir Avusturya eleştirisinden yola çıkar dünyayı bıçaklar, deşer, irin toplamış gövdenin otopsisini yapar. Çürüme, çürüme, çürüme, mutlak bir küf kokusu alırsınız onun kabullenmekte zorlandığı, karşısında durduğu bu dünyadan. Gezegenimiz ölmüştür. Bizler ölülerin çocuklarıyızdır, ölülerle yemeye içmeye, eğlenmeye gideriz, ölmeye yakınızdır, ölülerimiz bizden hâlâ memnun değildir. Elfriede Jelinek’in Türkçe’ye henüz çevrilmiş romanı Dışarıda Kalanlar (İthaki yayınları, 2024) ve çevrilmeyi bekleyen romanı Die Kinder der Toten bu durumu yeterince işler.
Helfer’den beklenen de bir yazar olarak sıçrama yapması değil de susup oturmasıydı. Neden derseniz, öncesinde Avusturyalı yazar çizer dostlarla konuşuyorduk, maziyle melankoliyle meşguldür, diyorlardı. Baksana dünyanın haline, pandemi, İslamist terör, göç, iklim göçü, tıkanmışlık… Haklılardı, ama sizin makulü söylemeniz yazarınızın bendinden taşmayacağı anlamına gelmez. Helfer yazdıkça bir şaşkınlığa yol açtı, yapıtları yayınlandıkça, okurdan ilgi gördükçe bu şaşkınlık kiminde sevince, kiminde hasete yol açtı. Her ne yaptıysa yaptı, ama günün sonunda hayırlara vesile oldu, Almanca edebiyat yapılan dünyanın Avusturya yakasına da yeniden bir dikkat çekilmesine vesile oldu.. Münih ve diğer merkezlerdeki Alman yayıncılar Avusturyalı yazarları daha çok dikkate almaya başladılar. Daha çok öykü roman, daha az şiir, deneme basılır oldu.
Şiir ilginçtir. Tüm sanatların anası o olduğu halde tüm sanatların yetimi kaldı günümüzde. Yeni kurulan SRC Kitap’ın yayın müdürü Fırat Acar dışında şiire açıkça sahip çıkan pek kimse yok. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın pek çok yerinde diyelim ki 1980’lerde şair olarak bilinen yazarlar, bugün ya gazetelerde köşe yazıyorlar, ya romancı oldular ya da susuyorlar. Acar bu geçenlerde Enver Aysever’in programına katılmış, “yayıncılar şiir kitabı yayımlamıyorlar, sonra da şiir okunmuyor diyorlar,” diyor yayıncıları eleştiriyordu.
Yük 2020 yılında yayınlandığında Avusturyalı kitap zinciri Thalia’da ve diğer dükkanlarda bir hareketlilik oluştu. Helfer geçtiğimiz yüzyılı, yüzyıldan biraz öncesini, birinci dünya harbini, harbe giden ortamı, savaştan çıkışı, dünü, bugünü, kendi çocukluğunu, gençliğini, hatta ilk aşklarını oldukça etkileyici bir teknikle anlatıyordu. Deneysel edebiyat, hele Avusturya deneyselliği, onun da ilerisinde avangardı yorar insanı. Çok şey alırsınız bu sıradışı öykülerden, hele ki şiirlerden ama bir satranç oyunu gibidir bu, kibirle oturamazsınız başına, sabırla, bakmayı, görmeyi bilerek oynamanız yahut okumanız gerekir. Helfer’in burada dilerseniz ustalarından diyelim ayrıldığı bir yer var. Onun deneyselliği, kuşakları iç içe geçirişi kendisinden öncekiler gibi yer yer psikanalizden, felsefi akımlardan etkileniyorsa da ana izleği sinema ve edebiyattır hep. Günün edebiyatından, sinemasından gayet iyi besleniyor Helfer. Benim yirmili yaşlardaki yazar dostlarım yaşlılar ununu eledi eleğini astı, meydan bizimdir, desin sevinip dursunlar. Helfer kimseye aldırmadan sessiz sedasız çalışıyormuş meğer. Şu son beş yılda, Korona virüs pandemisinden bu yana her yayınladığını elbette okuyamadım, zamanım olmadı ama Yük ve Baba gibi on onbeş kitap yayımladığını gözlemledim.
Helfer’in yapıtlarının boyutu genelde müteveffa Alice Munro’nun uzun öyküleri kadar oluyor. 100 kitap sayfası, 120, bazen 150 sayfa. Bu da rahat bir okuma garanti ediyor size. Gerçekten de bir filme girmiş gibi oluyorsunuz, kimi yönetmenler böyledir ya, öyküsü vardır bir yahut iki saat yetmez ona, dört beş saatinizi ister sizden. Helfer’de de durum hemen hemen böyle, kitaplarını okuyup bitirdiğinizde “birgün bir kitap okudum bütün hayatım değişti” gibi sansasyonel bir söz edemeseniz de bir gün bir kitap okuduğunuz için sevinçle dolarsınız. Bu neden böyledir, Helfer muzip biri midir, sizi gıdıklıyor mudur, yok haşa, derdi böylesi şeyler değildir elbette. Ama size bir hikâye nasıl kurulur, kendi gerçekliğini nasıl korur bunu gayet yerinde anlatı tercihleriyle veriyordur. Sinemaya gittiğiniz hissi ayrıca etkileyici olur. Yük’ü okumak biraz Aytmatov’un Selvi Boylum al Yazmalım’ını okumak izlemek gibidir. İki öyküde de genç kadınlar vardır. Aytmatov, kadını gayet güzel anlatır ama bu bir erkeğin anlatımıdır yine de. Yukarıda 25. Saat’ten bahsetmiştim ayrıca. O roman da film de Yük’e çok daha yakındır ama Yük’te farklı olan şey kadındır, kadının kaderi merkezdedir burada. Helfer kadınını, çokları büyükannesini anlattığını söylüyor, olabilir, kadının ve çocuklarının ve torunlarının gözünden anlatır. Tarihe, büyükannesine, annesine, teyzesine, dayılarına, yoksulluklarına, ve aileye yüklenen yükçülük yaftasına diyelim hakkınca değinir, yükçülerin yalnızlığını, seslerinin duyulmazlığını ipekli dokur gibi sabırla işler. Sadece kötü insanlar yoktur, iyi kalpli aile dostları da posta hizmetleri yardımcısı da hikâyede yer alır, ailesinin açlığını gözü karalığıyla yenen dayı yine hainliğe terk edilmişliğe karşı, cesareti ve erdemi ortaya koyar. Pamuk’un kitabının girişinde verdiği hileyi, bir kitap okuyacağım ve bütün hayatım değişecek, Helfer öykü boyunca sürdürür. Zaten değişimden murat entelektüel anlamda açılmak değil midir? Gözlüğünüzden sıkılmışsınızdır, yeni gözlerle görmek istersiniz, perdesiz, sansürsüz açık gözlerle, gözlem gücüyle bakmak istersiniz, bu anlamda Helfer size istediğinizi verir.
Almanca biliyorsanız üç Kemal’in eski Anadolu halk Türçesinin tadını alırsınız onun dağlı Almancasından. Türkçe okuyorsanız şive gider ama hikâyeler çok iyi kotarılmıştır, o filmlerin, resimlerin, anıların, anlatıların, öykülerin tadı, öfkesi kalır size. Demek istediğim bunca okunması da bu yaştan sonra yazması da boşuna değilmiş.
Yazının başında bir iki buraya geri döneriz dedim. Sanırım döndüm de. Helfer’in öyküleri halkın öyküleri. Evrensel öyküler bunlar. Dünyanın her yerinde okunur, sahnelenir, izler üzerine düşünürüz. Avusturya’nın en yoksullarını, orman köylülerini, yükçülerini alın, yerine bizim Abdalları koyun, Tahtacıları koyun. Biri gelir düğünlerinizi, eğlencelerinizi kotarır, çalar, söyler, oynar, ne verirseniz alır evine götürür, çoluğunun çocuğunun rızkıdır bu. Çoğunlukla da bahse konu abdalımız hiç bilmeden, farkına bile varmadan nefretinizi alır götürür evine. Evin elinden iş gelen erkeği, hırsız arsız damgası yer, kadınına fahişe derler. Bir yandan dağ köylerinin o büyük utancını da dışa vuruyor Helfer. Öyle ya, hepimiz açarız YouTube’u Tahtacı Fatma’nın belgeselini izleriz ama hiç düşünmeyiz bu aileler dağ başlarında neler yaşarlar. Oysa bu yazıda da Kemal Tahir’in, yapıtlarının adı geçti, bir daha bir bakın bakalım, dünyada da Anadolu’da da ötekine gün yüzü görmek var mı yok mu? Birinden tiksindiklerinde tüh sana Kızılbaş gibisin, derler. Ayıptır be biz Alevi miyiz, derler. Daha neler neler. Biz Anadolu’da nefretimize obje arayıp da buluyoruz da başkaları Avusturya’da ne demeye bizden eksik kalsınlar ki? Yazarlar işte, yeteneğince kimi nefreti konuşturur, kimi hem nefreti hem de sevgiyi konuşturabilir. Diyeceğim Yük keşke Aytmatov’un Selvi Boylum al Yazmalım’ı yahut Albert Camus’nün Yabancı’sı gibi sinemacılarımızın dikkatini çekse, filmini yapsalar da izlesek. 25. Saat gibi, Batılı sinemacıların nasılsa dikkatini çeker bu öyküler, deyip bitirelim.
More Stories
Netflix’te en çok izlenen diziler: Zirve değişmedi
8,7 milyon ziyaretçi ağırlamıştı… Ünlü müze yenilenecek!
Nuri Bilge Ceylan’ın “Yolda” fotoğraf sergisi açıldı